13 Kasım 2015 Cuma

Korktuğun şeyi yapmaya var mısın?

Uzun zamandır yazmıyordum.

O kadar uzun zaman olmuş ki;  mevsimler değişmiş, renkler değişmiş, sesler değişmiş. Bazen dönüp bakıyorum da; amma ahkam kesmişim, atıp tutmuşum. Bu da çok fena bir şey değil aslında, herhalde bu hayatta insanın kendini görmesi kadar hasta edici ama bir o kadar aydınlatıcı, ayıltıcı bir şey yoktur. Kendini görebilmek epey cesaret istiyor.

Bunu yazınca, değişmeyi yazınca yani, şunu anımsamamak olmaz; Birsen Tezer'in ve Redd'in coverladığı halini de çok seviyorum ama bu sefer orijinalinden buyrun;



Genel anlamda düşünüyorum da bir şeyi bildiğimi düşünüyorsam farklı bir kişinin bildiğine ikna olmam için epey akılcı şeyler getirmeniz lazım önüme. Önüme wikipedialar, makaleler, bilirkişiler sermeniz gerek. Ama bilmediğimi de hemen kabul ederim. Abartmayı sevdiğim de doğrudur, her şeyi abartılı hissederim. Açıkçası çok acayip durumlarda olmadığı sürece insana bir yaratım gücü de veriyor bu; bir hayal etme zemini hazırlıyor.

Abartılı hislerim için pişman sayılmam. Hatta bazen mubalağa sanatı göbek adım gibi bir şeydir, cüceleri fil gördüğüm, küçük taşlardan dağlar hayal ettiğim doğrudur. Ama kötümser ya da negatif düşünen, negatif şeyler kuran biri olmadığım için abarttığım şeyler de pozitiften yanadır; sevgimi abartırım, bir kez öpsem ikinin kesin hatırı kalır. Özlemlerimi abartırım mesela, burnumun direği hep sızlar. İyi ve güzel şeyleri abartırım, hayatın tamamını hemen rengarenk boyarım. Küçük şeylere sevincimi abartırım, zannedersiniz ki dünya önüme serilmiş. Şimdi bu yazdığım cümleler havada kalacak, konuyla ilgili hiçbir yere bağlanmayacak ama olsun. Maksat hep bağlamak , bağlanmak olmasın zaten.

Hep ikinci ismim yok diye üzülen biriydim, bence ikinci ismi olan insanlar çok havalı oluyorlar.  Geçen gün anneme sordum, benim neden göbek adım yok?  "Var bence ya "dedi. Sonra hemen uydurdu; "Mürüvet". Beni doğurtan ebenin adıymış. Tam emin de değil, ama olsun. Mürüvvet kelimesi güzel aslında; elle tutulmayan, gözle görülmeyen, ama tadı tuzu olan bir şey mürüvvet. Sürekli görülmek istenen bir şey. Yine de çok benimsemedim. Müzeyyen olmasını tercih ederdim. "Fakat Müzeyyen bu derin bir tutku" derken mesela, çok sevdiğim bir isim Müzeyyen. Buradan İlhami Algör'e selam çakıyorum. "Derin tutku" deyince, zaten tam da bana göre.

Geçenlerde burada ismini zikretmek istemediğim kadar dandik bir filme denk geldim. Emeğe saygıdan da insan ismini vermek istemiyor. Gel gör ki filmin bir köşesindeki bir cümle gelip kulağıma çarptı, sonra da epey uzunca düşündürdü beni.

Filmde bir adam var. Acayip zengin, alamayacağı şey kalmamış. Gel gör ki mutsuz.  Neyse, adam acayip mutsuz çünkü her şeyi satın alabiliyor ama sağlığını, mutluluğunu, zamanı parayla satın alamıyor. Sonra bir yerde bir keşiş gibi filan, bir lokma bir hırka tadında yaşayan bir arkadaşla karşılaşıyor. Aralarında geçen kısa konuşma şöyle;

-Kaç yaşındasın?
-55
-Eğer iyi ihtimalle yaşayacağın 30 yılın daha olduğunu farz edersek sadece 30 tane yaz mevsimi daha yaşayacaksın..

Bu kısa ve duymamazlıktan gelme ihtimalimiz olan cümleye takıldım.

Kaç yaşındayım? Acaba bu dünyada yaşayacak kaç yazım kaldı?

Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak çok insana özgü.  Her gün nasılsa bir yeni gün daha varmış gibi içine gelişi güzel doldurduğumuz şeylerle kaplıyoruz tüm zamanımızı. Biriktiriyoruz, bekliyoruz. "Sırası gelince", "Zamanı gelince" diyoruz. "Kısmet değilmiş" diyoruz bazen, vazgeçiyoruz. Erteliyoruz.

Peki ya yapmak istediğimiz şeylerin hiç zamanı gelmezse? O beklenen zamanlar hiç gelmezse?

Bu kötümsermiş gibi görünen pencere, aslında hayatta tamamen içinden geldiği gibi yaşayabilmek konusunda cesaretin ne derece değerli ve önemli olduğunu yeniden hatırlatıyor.

Şartlar ne olursa olsun, hayat size ne sunmuşsa ya da ne sunmamışsa içinizden geldiği gibi yaşamanın cesareti. Bu çok değerli. İçinden geldiği gibi, olduğun gibi, olmak istediğin gibi yaşayabilmek.

Şimdi herkesin bu cümleleri elinde ayağında bir dolu zincir, bir dolu ağırlık hissederek umutsuz hislerle geçiştirerek okuması da mümkün. Fakat geçiştirmeyin.

Elbette "öyle olsun istemeyeceğimiz" "seçmediğimiz" filan bir dolu şeyin içinde gömülmüş olmamız da mümkün. "Mecburiyetler" dediğimiz ağır çuvalı bir yaştan bir diğer yaşımıza taşıyıp duruyoruz. Diyeceğim şu ki; bu yaşa kadar değiştiremeyeceğiniz bir dolu şeye sahip olmuş olabilirsiniz.
Bu yaşımızda değiştirmek isteyeceğimiz bir dolu şeye sahibiz.

Ama değiştirmesi en zor olan şeyi cesaretle değiştirerek başlayalım mı? Kendimizden. Kendimizden başlayalım.

Eğer hayata karşı tutumunuzu değiştirebilirseniz, baya bir şeyi değiştirmiş de olabilirsiniz.
Eğer kendinize karşı tutumunuzu değiştirirseniz, bir çok şeyi de değiştirmiş olacaksınız.
Olabiliriz.
Olalım.

İşte kafama kazınan bu "ulen acaba kaç yazım kaldı" sorusu beni değiştirmek istediğimiz şeylere karşı daha atik, daha cesur davranabilmeye doğru itiyor.  Kaderci biri değilim, ama hayatın sunduğu deyin, karma deyin, artık ne derseniz deyin, atsanız atamayacağınız, satsanız satamayacağınız durumlar da var elbet.

Atsan atamamak, satsan satamamak kavramı hayatımızın ne kadar çok yerinde bizi bağlıyor değil mi?

Tüm yaşamımız boyunca, ailemiz hariç baya bir seçim yaparak yaşıyoruz. Farkında olmadan, ya da gayet farkında olarak bazen kendimize hiç iyi gelmeyen durumları ya da kişileri de seçmiş olabiliriz. Üstelik, insan bu seçimlerin içinde hayatta kalmaya devam etmek üzere programlanmış bir ruh durumuna sahip olduğu için, Stockholm sendromu misali, kendine eziyet eden durumları daha da sevip, mağdur edebiyatı içinde geceleri yastığına döktüğü göz yaşlarını sevebilir.

Ya da bir süre sonra seçtiği durumun mutsuzluğu içinde kalmayı, o çitle çevrili olduğu alandan dışarıya çıkmaktan daha kolay buluyor olabilir. Her değişim zordur. Değiştirmek zordur. Değişmek, değişmeye cesaret bulmak zordur.

Sevmeyin. Mağdur durumda hissetmeyi sevmeyin. Sizi mağdur edecek insanları gidip bulmayın, size mağduriyet hissettirecek durumların içinde durmayın.

Bin kuşak önceki atalarımızdan yerleşmiş fedakarlık geni dediğimiz şey, aslında kökümüzü kurutuyor biliyor musunuz? Fazla fedakarlık hiç iyi bir şey değil. Fedakarlığın ucu kaçmış kısmı hem kendimizle, hem fedakarlık yaptığımız kişiyle- kişilerle ilişkimizde farklı bir  ton yaratıyor,  biz isteyerek yapsak da, karşımızdaki talep etmese de aramızda görünmez bağlar güçleniyor, yükleniyor, herkesi bir girdabın içine hapsediyor. Fazla fedakarlık kendimizden vazgeçmemize neden olabiliyor, fedakarlık yaptığımız kişiyi de kim ne derse desin bizim karşımızda bir nevi "zayıflatıyor".

Sonuçta fedakarlığın fazlası kimsenin kendisi gibi yaşamasına izin vermeyen garip duygusal bir döngü yaratıveriyor. Fedakarlık geni diye bir şey var; aileden. Bulaşıcı.

Tüm ilişkilerde kendimizi düşünmeyi unutmamak "bencillik" gibi gelse de herkesin şu kısacık yaşamda ne istediğine, kendi iç sesine kulak vermesi, buna zaman ayırması gerek. Fakat iç ses dediğimiz şeyin de hırslardan, zorlamalardan, egonun paravan arkasındaki fısıltılarından epey sıyrılmış olması gerek. Ne kadar zor değil mi?

Çok geçmiş yıllarda bir arkadaşım onu terkeden sevgilisi için "hayatımı onu mutsuz görmeye adayacağım" dediğinde dehşete düşmüştüm. Kendi hayatının değersizliğine bakın, kendine verdiği değere bakın. Bir başkasının mutsuz olması için adanmış bir hayat.

Peki hayatımızı iyi ya da kötü, bir başkasına adamak, sanki çok mu iyi?

Her ne olursa olsun, değişim cesaret ister. Cesaret her yaşta, her durumda sahip olmak istediğimiz bir güç. Bir gün, hayatın son zamanlarına doğru geldiğimizi bilsek, acaba ne yapmak isterdik? Kiminle, kimlerle olmak isterdik? Nelerden kurtulmak isterdik? Neleri yeşertmek, neleri kurutmak, neleri kaldırıp atmak isterdik? Neleri oldurmak isterdik? Hemen bir liste yapın.

"Keşke" kelimesini hiç sevmedim. Keşkelerin varlığıyla zaman kaybedecek değilim. Keşkelerle zaman kaybetmeyin. Keşkeleri biriktirmeyin. Bunun için ise gereken önemli şeylerden biri cesaret. Korkmamak.

Olacaklardan korkmamak.  Olmayacaklardan korkmamak.

Geleceğin her zaman son derece bilinmez olduğunu hayat bana çok iyi öğretti. Gelecek, biz planlar yaparken beklemediğimiz şekilde geliveriyor ve yüz yüze kaldığımız şeyler, bazen seçmediklerimiz olsa da insanın tüm durumların içinde kendine nefes alabileceği "ben" alanlarını açması gerek.

Kendinize alan açın! Kendimize nefes alacak alanlar açalım!

2015'in son aylarında hepinize yeni yılda en istediğiniz şeylere sahip olabileceğiniz değişimleri yaratacak cesareti dilerim. Dönüşmek, değişmek, bırakmak, sevgiyle zıt şeyler değil. Tam aksi, insan kendisini sevmezse başkasını nasıl sevsin? Önce ve en önce kendinizi sevin, insan kendi değerini bildiği zaman etrafa bunun enerjisini de yayıyor, ve buna dair şeyleri de hayatına buyur etmiş oluyor.
Ancak kendinizi severseniz seviliyorsunuz. Ancak kendinizi severseniz etrafınıza yayılan bir ışık oluşuyor, insanlarla aranızda daha koşulsuz, daha sağlam, daha açık bağlar oluşuyor.

Korkmamak çok kilit bir kelime. Kaybetmekten korkmamak çok kilit bir kelime.

Bir şeyi kaybetmekten korkanlar, o şeyle aralarındaki enerji akışını farkında olmadan kesiveriyorlar.

Kaybetmekten korktuğunuz durumlarda sevgiler eksiliyor, aşklar bitiyor, insanlar birbirlerinden ayrı düşüyor.

Kaybetmekten korktuğumuz sürece maddi şeylerin eksikliğini daha çok yaşamaya başlıyoruz. Olanı da kaybetmeye, gelecek olan varsa onu da uzaklaştırmaya neden olan şey korku enerjisi.

Buradan yola çıkarak, ya da alakasız şu noktadan yola çıkarak kendini aşırı önemseme sendromuna dair yazıyı da bir başka bahara saklayayım. Hani şu "ben olmazsam o bensiz ne yapar? "Ben olmazsam onlara ne olur" sendromu var ya. İşte oradan yola çıkıp ah bu ben üstüne de yazabiliriz. Bir gün.

Merak etmeyin, dünya dönüyor. Biz olsak da olmasak da her şey yerli yerinde olacak. Biz olmadığımız durumda da dünya dönmeye devam edecek.

Tamam bitiriyorum. Gözlerinize sağlık. Okudunuz ya.

Bu yazıyı William Wallace'e ve onun kızıl sakallı İskoçyalı dostlarına selam çakarak bitireyim,  Wallace'nin son sözlerinden biri buradaki son söz olsun:

"Herkes ölür, ama herkes gerçekten yaşamaz"




Mutlu güzel akşamlar.

Pınar



4 yorum:

Lotus dedi ki...

Çok çok güzel.. Duygularına, kelimelerine sağlık...
Sevgiler
Nilüfer

Adsız dedi ki...

Cok guzel bir yazi,yureginizden yuregimize serpilen kelimelerinize minnetle...

Ruhsuz Atmaca dedi ki...

Bu filmdeki repliği görünce hep aklıma, Adorno'nun: "Yanlış hayat doğru yaşanmaz." sözü geliyor.

oncebanasor@gmail.com dedi ki...

Evet herkes ölür ama herkes gerçekten yaşamaz. Değişim herşeyden önce cesaret ister. Ama o cesareti göstermen için bir sebep olmalı. Hayat seni ona doğru götürmeli.Benim gözlemim bu.Çevreme bakıyorum, hayatından şikayet eden insanlar var ama kıllarını kıpırdatmıyorlar çünkü bildikleri sulardan çıkmak işlerine gelmiyor. Öyleyse orada keyifleri iyi. Kendime bakıyorum, sürekli bir çaba içindeydim, çok yorucuydu, bir o kadar da renkli ve ilginçti. Bunu evimde rahat rahat oturup şikayet ederek mi yaptım ? Hayır, ne yazık ki hayır. Bu değişimin doğasına aykırı. Bunu evimde oturamadığım için yaptım. Gerçekten cesur muydum? Gerçekten bir fark yaratabildim mi? İşte bu sorunun cevabı da bir muamma, çünkü değişim garantileri sevmez. Güzel bir yazı, keyifle okudum:)