10 Ekim 2014 Cuma

Geniş açı mutluluk

İnsana dair en acayip şeylerden biri sürekli mutluluk peşinde koşması değil mi sizce de? Mutlu olmayı hayatın birincil amacı haline getirmenin suçlusu da belki sosyal çevre, belki biz; bizzat kendimiziz...

"Ben bu hayata mutlu olmak için gelmedim" diyen çok sevdiğim biri  gibi olmaktan da söz etmiyorum. Ama mutluluk kavramı üstüne düşüne düşüne gökyüzünü seyrettiğim şu güzel Cuma gününde, sesli düşünmeye devam etmek için yazayım istedim. Mesele aslında mutlu olmayı istemek değil, mutluluğu amaç bellemek.

Mutluluğun süreçler içinde ortaya çıkan, bir dolu şeyin yan ürünü gibi kabul edildiği durumlarda kesinlikle mutlu olmak daha kolay. Durumlar karşısındaki beklentimizi "beni ne mutlu eder" diye sorarak yönlendirdiğimizde, nihai bir sonuç, çizilmiş bir mutluluk tablosuna da kilitleniveriyoruz. Çoğu fos çıkan hayat beklentilerini düşünürsek, etrafta epey mutsuz insan dolaşıyor olmasına da şaşmamak gerek.

Aceleci karakterimden dolayı eleştirildiğim çok olmuştur. Herhangi bir yolu koşarak gitmeyi, herhangi bir sonuca hızlıca en tepeden atlayarak ulaşmayı hep sevdim. Hatta sevdiğimi düşündüğüm filmlerin sonlarını bilirsem filmi daha keyifli izlerim, bir kitabın sonunu bilirsem onu okuma zevkim azalmaz.

Son derece kıl bir karakter özelliği.

Durumların sonlarını hemen bilme isteği, korku dolu bilinmez şeylere dair edindiğim bir koruma kalkanı mı, yoksa da kendini -hissel- olarak garantiye alma dürtüsü mü ona dair psikolojik tahlillere de girişmek saçma olur. Sonunu hızla görme dürtüsü; bir cins dipsomani. Sevdiğim bir içeceği de yudum yudum içemeyen biriyim, bir dikişte, bir nefeste içtiğim portakal suyundan aldığım tadı, yudum yudum içtiğim hiç bir şey vermez. Sevgide de dipsoman biriyim, seversem dibini göreyim. bence çok aksiyonlu ve hareketli bir hayat- duygulanım biçimi.

Fakat en mutlu zamanlar insanın kendine adım adım bir şeyi öğrettiği zamanlardır. Uzun yıllardır, siz deyin 5 ben diyeyim 8-9 yıldır, bir çok araç kullanarak kendime yaşanılan anların ve saniyelerin mutluluk verici yanlarını öğretiyorum. Bunu sağlayan en acayip araçlardan biri Yoga.

Anda kalmayı öğreten, insanın kendiyle ve bedeniyle hatta zihniyle kurduğu en afilli ilişkiyi yaratabilen bir araç. Bir kere işin içinde nefes var, fark etmeden alınıp  verilen ama her zerresinde beslendiğimiz nefes. Bir süre önce sona eren Yoga eğitmenliği maceramı bilen biliyor, bilmeyen umursamasın, fakat yoga maceramız sona ermedi. Tam aksi, şenlendi, neşelendi.

Bana en çok zevk veren şey şu hayatta bilmediğim şeylerle karşılaşmak. Hem bilinmezleri hemen bilmeye meyyal bir karakter, hem bilmediğini öğrenmeyi sevme huyu beni her dakika enerjik biri yapan şeydir belki de. Öğrenmek en nefis şey. Bu nedenle okumadığım okul kalmadı, bir de legal öğrenme peşindeyim yani, öyle kendi kendine okumak değil. İnanmazsınız en neşelendiğim şey öğrencilik. Sınav adrenalinini dağlara tırmanmaya değişmem. Varsa bunun hastalığı beni yazın.

Bir dolu insana sorsak; ne istiyorsun? "Mutlu olmak istiyorum" der mesela. Ama nasıl mutlu olacağını bilmez.

Nasıl mutlu olacağını bilmeme nedeni, yolun sonunda gelir diye beklediğimiz mutluluk finishine koşarken, yağmuru, ağaçları, yolun kendisini kaçırmak yüzünden. Yolu kaçırmak, bu yüz yılın baş belası. Her şey kestirmeden.

Aşklar kestirmeden, sevişmeler kestirmeden, okumak, öğrenmek kestirmeden. Bir de çizilmiş tablolar var, herkesin kafasında 500 kiloluk beton kalıplar var. Kır kır bitmez.

Beni tanıyanlar neşeli biri olduğumu da bilirler. Neşelenmek için bir neden aramam, genelde neşeliyim. Çok sıkıldığım zamanlar olmaz değil, ama onlarda da kendime bakıp neşeleniyorum; "Vay be insan olmak ne acayip, duygulara bak! " filan diye kendime gülümsüyorum. Bir nevi soyutlanma işte. Hayatta bir tek kez "neden bu benim başıma geliyor" filan demedim. Ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum ama mutlu yaşıyorum. Neden diye sorun; mantıklı sıralayabileceğim bir çok durum arasından sıyrılan en güzel ve pırıl pırıl cevabım şudur; "bilmiyorum".

İnsanların durumlarına, yaşlarına, çevrelerine ve daha bir çok meseleye göre şekillenen beklenti topçukları yüzünden etrafta türlü yollarla mutluluk arayan insan dolu. Evleneyim de mutlu olayım, sevgili bulayım da mutlu olayım, gezeyim geleyim de mutlu olayım, aşure yiyeyim de mutlu olayım.. Bitmez bu. Halbuki bunların hepsi ama hepsi tek tek mutluluk nedeni değil, araç bile değiller. Araç kişinin içindeki kendi üretgeci. Mutluluk dinamosu. Bu herkeste var. Bir noktada bazılarının devreler yanmış, yakılmış oluyor, olsun. İyileşir.

Ne kadar mutlu olduğu bir insanın, ne kadar sevdiği ile de ilgili. Bunu hiç düşündünüz mü?

Ne kadar sevgisiz biri iseniz o kadar zor mutlu olursunuz. Sevgisizlik denilen şeyi de çok katı algılamayın. Ama aslında katı, kaskatı bir ego ile ilgili. Kısaca ne kadar çok ego, o kadar az sevgi. Ne kadar az sevgi o kadar az mutluluk.

Kadınlar için hormon faktörü var, ona değinmiyorum arkadaşlar. Hormon isterse yaprak düşmezmiş.  O konuda hem şanslı hem şanssız sayılırız. Pms döneminde yaralı kedi gibi koltukları tırmalayan hemcinslerimi tüm evren mazur görmeli.

Neyse ne diyorduk; ne kadar çok ego o kadar az mutluluk.

Çok cool duruşları altında ürkek ceylan karakteri taşıyan insanlar vardır bir de. Kimseye göstermezler. Mutlaka kendi içlerinde yangınlar kopar, ama belli etmezler. Kendini belli etmeyen insandan çekinirim. Sokakta evdeki gibi olmayan insandan korkarım. Sadece çevreleri ve sevdikleri için, sevebilecekleri için koşulları olması bir yana, kendileri için dahi koşullu duruşları olan insanlara çok üzülürüm bazen. Biliyor musunuz, bu gibi insanların en rahat ettikleri ortam internet. Şu an bir ağaç altında kahve içtiğimden midir nedir, bilimsel referansı hemen aktaramayacağım; ama bir seri psikolojik araştırma gösteriyor ki, sosyal medya bir "olmak istediğini olma platformu" en ışıklı sahne diyelim. Bu nedenle bilmem kaç milyon bin yüz takipçisi olup, cool tweetler kastıran ama titrek insanlar gördüğümde, arkasına sığındıkları şeyin sosyal medya değil de kalın egoları olduğunu hissedince de şaşırır insan. Ya da şaşırmaz. Hayat çünkü, ne var ki. Kimi öyle kimi böyle. Benim idolüm ise şöyle:



Mutlu olmayı bekleye bekleye geçen ömürler içinde ne kadar çok kameranız varsa o kadar nefis bir hayatınız var demektir. Bunu yıllar önce anlamayan taş kafam yüzünden, hep uzun metrajlı filmleri tek bir stüdyoda çekmiş, Nuri Bilge Ceylan izlese- allah sizi inandırsın- kendisine fark atmış rehavette karelerle dumura uğrayacağı halleri bizzat yaşamış, yaşatmışımdır. Sefam olsun. Fakat artık yaşla mıdır, başla mıdır bilinmez, tüm yaşama bakışta kameralar artıyor. En güzeli hep tek bir kişi gibi davranabilmeyi başarabilmek, zayıfsam zayıfımdır, bazen aptalca davranırım o da olur, komiğimdir belki, insan severim, çok severim, neşeliyim ve ısrarcı takıntılarım var. Oh ne güzel. Fakat mutluluğa bakış kameralarım bir değil beş değil artık. Tüm hayatı tek bir insan, tek bir amaç, tek bir duruş üstünde, tek bir uzayan durum üstünde yaşamak yerine, her birini bir filmin farklı güzel kareleri gibi görmeye başlayınca, başını sağa çevirsen de sola çevirsen de mutlusun.

İlişkilerde, dostlukta da, sevgililikte de, her cins iletişimde iyi titreşimler yayan bir şey karşındakinin "tek mutluluk kaynağı" olduğunu değil de, hayatın toplamı içinde bir başka mutluluk kaynağı olduğunu bilebilmek. Bu aynı zamanda vicdana az yük bindireni paylaşımı eşit kılan bir şey.

Geçen twitterda yazmıştım, kötülüğü bilip de yapmamayı seçen insandan da korkarım. Çünkü kötülük bilmemek ile, bilip yapmamak seçimi arasındaki derin ayrım çok önemli. Kötülük bilmemek ise zekasızlık ve saflık anlamına gelmez. Bilmemeyi seçmek, bunu öğrenmemeyi seçmek, kötülük edebilmeyi- ya da etmemeyi- bir seçim gibi göremeyecek kadar konudan uzak olmak gözümde çok değerlidir. Böyle az insan var. Bu insanın ayrıca hayatla ilişkisini de belirleyen bir şey.

Gerçek sevginin sürekliliğine inanan biri olarak, çok sevip artık sevmediğim kimse yok şükür. Sevgiyi tezahür ettirme biçimi değişse de, aslolan sevginin zaten dinamik bir enerji olarak değişeceğine dair bir kabulle sevebilmektir. İnsanların çoğu şartlı sevgilere sahip. "Beni benim istediğim gibi seversen ben de seni severim". İlk şart bu. Oysa sevginin herkes için tek bir kalıbı mı var?

Benim zaman aşımına uğramayan sevgilerim var. Allahtan karşılıklı. Çünkü bu sevgilerin kaynağı, sadece kadın-erkek, anne-çocuk, kardeş, yakın arkadaş olmaktan gelmiyor. İnsan olmakla ilgili. Birini insan olarak sevince, onu başımın üstüne koyuyorum,  başımın üstü kalabalıktır. Çünkü birbirimizi törpülememiş "seni artık sevmiyorum" diyecek kıvama gelmemişizdir.

Katı egoları olan insanların, derin de yaraları oluyor aslında. O yaraların kapanması sırasında, kendini olduğu gibi kabul etmeyen, olduğu gibi gösteremeyenler iyice kalın bir dış kabuğa sahip olabiliyorlar. İnsan sevemez, insan ayırır hale geliyorlar bazen. Sınıf ayrımına karşı bir tavır takınıp en pis faşizmi en yakın çevresine yaşatması kişilerin, belki bundandır. Haksızlık sadece size yapıldığında haksızlık değildir, önemli olan, "karşı taraf" gibi gördüğünüz kişi ve durumlardaki haksızlığı da anlayabilmektir. Ama bu hem insan sevgisi, hem empati gerektirir. Bir de iyi insan olmak lazım.

Son derece çorba olmuş, belki de sıkıcı şu yazının başından kalkıp biraz yürüyeyim. Yürürken de güzel bir müzik olsun kulağımda. Mesela şu olsun:

Mutlu hafta sonları!




Hiç yorum yok: