24 Ağustos 2018 Cuma

Ayna ayna söyle bana...


Varoluş mükemmeldir ve uçsuz bucaksızdır. Her ince detayın düşünüldüğü bir evrende yaşamak, yaşadıklarımızı yorumlamak, sınırlı bir zihinle çok zor. İşte tam da bu yüzden merak denilen harika duygu var. Merak, neye doğru düştüğünü belirler aklın. Ve akıl merak ettikçe genişler.

Buradaki merak, başkalarının hayatlarına dair şeylerden beslenen bir merak değil. O merak, gönlü daraltır. Dürbünle karşı daireyi gözetlerken, ufukta doğan bir güneşin ilk ışıklarını kaçırmak gibi bir şey. Bakışını bir başkasının camından sonsuz ufka doğru çevir. O güneş orada her gün senin için doğuyor.

Kendini merak etmeden, kendini bildiği kadarıyla yetinen zihinlerin merakı ise sınırlıdır. Bana göre merak önce kendisinden başlamalı kişinin. Ben şimdi bu göründüğüm gibi ve sadece bu kadar mıyım? Yaşam, şimdi, her gün neredeyse birbirinin aynısı gibi akıp giderken, geçmiş ve şimdi bana kendimle ilgili ne anlatıyor? 

Hayatın bana anlattıklarını dinlemeye hazır mıyım? Her sabah aynaya bakmaya değil, kendimi bir aynada görmeye hazır mıyım? 

Peki gördüklerimle uğraşmaya hazır mıyım? Bu en değerli sorulardan biri.

Kader kısmet inancının rahatlatıcı yanı, insanı kendiyle yüzleşmesini de erteleyen bir şey çoğu zaman. Hayat istediğimiz gibi gitmediğinde, çoğunlukla iki şey yapıyoruz; başkalarını suçlamak ve sonra sonucu kader kısmete bağlamak. Çoğu kişi karşılaştığı olaylar dizgesinde kendi rolünü hiçe saymaya çok hazır. Kuşkusuz en rahatlatıcı olan da bu. 

İnsan her karşılaşması ve her kaybında, her kazancı ve her mutluluğunda aynaya bakıp, bunun böyle olmasında kendi payını üstlenmediği sürece, aynı girdapta boğulmaya da mahkumdur. Bazen tekrarların nedeni de budur; kendine körleşmek. Kendinizi görmeyi ertelediğiniz sürece hayalini kurduğunuz şeylere kavuşmayı da erteliyorsunuz demektir. Kendini görmek ise hem zor hem hem eziyetlidir, üstelik değişme çabasını gerektirir. Değişmek ise çok korkulan bir şey. Herhangi bir şeyin değişmesinden korkup yıllarca aynı döngünün içinde yaşlananlar var.

Alışkanlık büyük bir zehirdir. Kendine alışmak ise en büyüğü. Hepimiz zannettiğimiz gibi biri olmaya alışırız. Sınırlarımızı biz kendimiz tanımlarız.

Bazen bir kişinin, bir başkası ile sizinle kurduğu ilişki ve iletişimden çok daha farklısını kurduğuna şahit olursunuz. Sizinleyken Migros poşeti taşımayan biri, bir başkasının 30 kg’lik bavullarını taşır hale gelebilir. Bir bakmışsınız yıllarca sizin ilişkinizin içinde çaresiz bir sorun gibi duran şeyler o ilişkide ortada kalmamış. Bakıp bakıp o kişinin amma da çok değiştiğini düşünürsünüz. Tanıdık geliyor mu?



İşte bu noktada ilk iş kendinize bakmak olduğunda, işler başka görünebilir. Sizinle “asla” denilen şeyler bir başkasıyla iken yoldaki çiçeklere dönüştüyse mesela, o dinamiği tetikleyen şeyin kaynağını önce kendinizde arayın. Sizin çektiğiniz sınırlar, bilmeden koyduğunuz işaretlere göre akan bir trafik gibidir ilişki. Her ilişkinin trafik ışıkları farklıdır. Dönüp şimdi elinizden gittiğini düşündüğünüz her şans ya da kısmet için, önce nedeni kendi trafik ışıklarınızda arayın ki; farkındalığınız önünüzde yeni bir yeşil ışık yaksın. O ışıkla size yaklaşan iyi ve güzel şeyleri de seçebileceksiniz.

Görmeyi ertelediğiniz her gerçeklik, yolunuzu aydınlatacak meşaleleri tek tek söndüren, gözünüze kum kaçıran rüzgarlara dönüşecek. Gözlerinizin yandığından şikayet edeceksiniz, ama o rüzgarı siz yarattınız. 

Hayatta hep aynı şekilde davranarak farklı sonuçlar elde edemezsiniz.

Başkalarını merak ederek kendinize varamazsınız.

İnsana dair her şey değişir. Tüm duygular geçicidir. Tıpkı hücrelerin kendini sürekli yenilemesi gibi, insan da her yaşadığı ile yenilenir. Acılar ve kayıplar, üzüntüler ve yitirilen şeyler insanın dış kabuğunu kırar, üzerindeki eski deriyi söker, değişmek gereğini kabul edebilirseniz, her yok olan şeyin arkasından yepyeni biri olarak çıkarsınız. Kendinizin daha iyi versiyonlarına evrilmenizin önündeki engel, kabuklaşmış egodur, ben böyleyim diyen herkes, her şekilde öyle kalmaya da mahkumdur. Tüm şikayet ettikleriniz sizin toplamınızdır. 

“Ben böyleyim” dersiniz ve hayat aynen öylece durur.

Geçmişi bir türlü bırakamadığınızda her şey geçmişteki gibi tekrar eder. Bırakmak çok değerli bir erdemdir. Sizi çoktan bırakmış şeylere yapışmayı sürdürdüğünüzde zaten dolu olan ellerinizle yeni ve güzel şeyleri kucaklamanız da imkansız hale geliyor.

Geçmişi bırakın. O sizi çoktan bıraktı.

Bir bahçeden çıkmanız gerektiğini görmek çok değerlidir. Geçmişin bahçesinden çıkın. İstenmediği yerde zorla kalmaya çalışan, istenmediği yerin kapısına dayanan insanlara üzüntüyle bakarız değil mi? Yaşamda her saniye çok değerli. Çok değerli zamanınızı  sizi çoktan bırakmış ve artık ait olmadığınız bahçelerin kapısında bekleyerek değil, kendi bahçenizdeki yabani otları temizleyerek geçirin, ki güllere yer açılsın. 

Hayat istediklerinizi vermediğinde bu değişmek için bir şanstır. Neyi değiştireceğinizi bilmek ise ancak kendinizi bilerek mümkün; kendini bul, kendini bil, kendini sil. Benim kutsal üçlemem. Her gün, ben zannettiğim şeyleri silmek için içsel bir çaba gösteriyorum. Çabanın meyvesi değişimler  karşılığında gelen ödüller bazen paha biçilmez oluyor. Yargılanmadan sevilmek, bir insanın eline tüm arızalarınızla, tüm hatalarınızla, olduğunuz gibi kalarak kalbinizi bıraktığınızda incelikle, büyük bir saygı ile tükenmez bir anlayış ve şefkatle sevilebilmek büyük bir ödüldür. 

Kendimi büyük ödülü çoktan kapmış hissediyorum. Düşe kalka bulduğum şeyler için şükürler olsun. Tüm yardım edenlere, vesile olanlara minnettarım. Hayatıma ışık olanlara, ışık saçanlara minnettarım. 

Yaş almak çok güzel şey. Bakalım 46’da neler var? 

Okuyan herkese güzellikler dilerim. Şimdi durup bakıyorum; insan olmak çok güzel ve maceralı bir şey, dünya çok güzel bir yer.


Sağlıcakla, 

Hiç yorum yok: