17 Şubat 2010 Çarşamba

Böyleydi benim çocukluğum II.



Bahçe çapam, benim en değerli şeylerimden biriydi. Bir de şimdi bu fotoğrafta siyah beyaz görünen kırmızı çoraplarımı unutamıyorum . Bu fotoğraf, güneşli mutlu bir kış günü çekilmişti. Şimdi hiç sevmem takıştırmayı; ama o zaman bu boynumdaki kolyeyi hiç çıkarmazdım; üstü sıyrılmış, sarı altın renginde, topa benzeyen bir istridye kabuğu, ortasında da bir küçük çan, en sevdiğim kıyafetlerimi süslerdi. Fotoğraftaki saçım annemin deyimiyle "evlatlık" gibi. Çok uzun ve ince telli saçlarım, henüz yeşil sabundan başka bir şeyin olmadığı yıllarda her banyo sonrası birbirine dolanır, açılmayan düğümler haline gelirdi.  Bu yüzden babam bir gün delirmiş, eline makası alp beni önüne oturtmuş, saçlarımı kendine göre bir modelde kesmişti. Taranırken ağlamayayım diye. Bizim Bllendax'ın mavi şişedeki şampuanlarına geçişimiz 70'li yılların sonundadır. Saç demişken, o yıllarda yeni kesilen saçlarımla "horoz ibiği" diye dalga geçen canım kuzenim Adnan Elmasoğlu'nu da burada şefkatle anıyorum. Birbirimizle ilişki tınımız aradan geçen 30 yıla rağmen hiç değişmedi..
Babam, o zamanlar YSE diye anılan, bizden sonraki nesillerin hiç bilmediği devlet dairesinde çalışırdı. Yol, su, elektrik.. Bütün yaptıkları Ege bölgesini karış karış gezerek, yolu, suyu ve elektriği olmayan köylerde çalışmalar yapmak, köyü ya yeni bir yola, ya ilk kez elektriğe ya da suya kavuşturmaktı. Bu yüzden şimdi ismini anımsamadığım şöför bir amca ile ve Sarı bir Dodge kamyonet ile karış karış Ege’yi gezerdi babam. Biz buna “araziye gitmek” derdik. Babam sıkça araziye giderdi. Döndüğünde anneme hiç görülmedik bir çiçek, yabansı bir bitki, bize de meşhur yöresel bir tatlıyı filan getirirdi. Bir sabah uyandığımda başucumda bulduğum Afyon kaymağı kutusunu ve ağzıma üç tane attıktan sonra uykuya devam ettiğimi, uyanıp yeniden iki tane daha yediğimi ve o kaymağın tadını hiç unutmuyorum. Nedense böyle detaylar zihnimde o kadar canlı duruyor ki, bazen düşününce sevineyim mi üzüleyim mi bilemez oluyorum..

Artık kullanılmayan Dodge Kamyonet ve YSE'nin arazi ekibi. Ortada Oturan deri ceketli olan babam..


Bir arazi adamı olan Babam, bitkileri çok iyi tanırdı. İlkbahar geldiğinde elimizde torbalar, peşi sıra kırlara dökülürdük. Babam bana tek tek otları tanımayı öğretti, hangisinin kökünün yeneceğini, hangi bitkinin neye yararlı olduğunu öğretti. Plastik çizmelerimize bulanmış toprak, torbamızda bir dolu ot ve bahar kokusu ile eve geri dönerdik.. Cebinde bir çakısı olurdu babamın, ıslık çalarak bizi peşinden sürüklerdi. Bazen güzel yontulmuş bir söğüt dalı hediye ederdi bize. Oyun oynarken kullanalım diye değil, çalıların içinden yürürken sopayı kullarak çalıları kenara itelim, kendimize yürüme yolu açabilelim diye.

Günlerden bir gün babam araziye gidiyordu yine. Beni de götürmeye karar verdi. Denizli’ye gitmek için sıcak bir yaz gününde yola çıktık. Dodge kamyonun önünde oturuyorduk babamla. Bana kolunu sarmış, camın kenarına oturtmuştu. Yaz günü esen rüzgarla nefes almaya çalışıyorduk, yanaklarım babamın kolunun üzerine sarkmış, pencereden dışarıyı; dağları, ağaçları seyrediyordum. Sonra birden yolun tam ortasında bir yerde şöför önemli bir belgeyi yanına almayı unuttuğunu söyleyiverdi.Çok sıcaktı, geri dönmek ve sonra o yolu tekrar almak küçük ben için zor olacaktı ve beni şimdi görseniz Allahın dağı diyeceğiniz bir yerde bir köy kahvesine bıraktılar. Babam “burada muhtar amcayla otur” dedi. “Biz gelene dek yerinden ayrılma”.

Bir çınar ağacının altına köy kahvesinin verandasına oturdum. Sarı kamyonun gözden kaybolmasını izledim. Ağacın üzerinde cır cır böcekleri bütün güçleriyle bağrışıyorlardı. Kalabalık değildi etraf. Yaz günü başlarında el örmesi berelerle oturan yaşlı amcalar vardı bir iki. Muhtar amca bana halen en sevdiğim içecek olan oraletten ikram etti. Durmadan önüme baktım. Önümdeki toprağın üzerinde yürüyen karıncıları seyrettim, onlara oraletten damlalar verdim, sanırım sevmediler. Orada cırcır böceklerini ve çay bardağına vuran kaşık sesleri dışında hiç sesin olmadığı bir köy kahvesinde sessizce oturup babamı bekledim. Hiçbir şey konuşmadım, hiçbir şey sormadım. Beni şimdi tanıyanlar inanamaz belki ama ben çok az konuşan bir çocuk oldum, ince yapılı ama yanakları şişik,  çoğunlukla sessiz ama neşeli bir çocuktum. Sanırım annem işten ayrılana dek çok az konuştum. Konuşmaya, durmadan konuşmaya ve yazmaya başlamam ilkokul’un başına rastlıyor. Öncesi buğulu hayaller..

Elinde bira şişesi ile gülümseyen babam..


Babamın sarı kamyonetinin karşında göründüğü an hissettiğim sevinç ve rahatlamayı anımsıyorum. Sonra yol boyunca camdan içeri arılar girdi, arada su içmek için durduk. Durduğumuz yerlerde hep az haneli köyler vardı, köylüler YSE arabalarını çok severdi, belki onlar için medeniyeti taşıyan arabalar gibi olduklarından.. Kaç kez köylülerin babama tarlalarına gelen suya karşılık toprak hediye etmek istediklerini, hayvan hediye etmek istediklerini, bir köy evini bize vermek istediklerini anımsıyorum. Babam hep gülümserdi; fakat açık havada kurdukları sofralarda yemek yemeğe hayır demezdik. Yemeğin bir yerinde biri bir Ege türküsü söylemeye kalkar, Ege insanı değil mi, efeliği tutan kalkıp oynamaya başlardı. Babam da katılırdı onlara. Ege türkülerinde Efeler gibi dans etmeyi Ege köylülerinden öğrendim. O yüzden şimdi nerede bir Ege havası duysam, yaşımın, eğitimin, sosyal çevremin, üstümdeki kıyafetin ya da bize yakıştırılan statü klişelerinin bir tanesini bile umursamam, eğer havamdaysam, ortaya çıkıp dizimi yere vurarak bir Efe Türküsüne eşlik etmekten hiç gocunmam...


Soldaki dizini yere vuran babam.. Sağdaki ise köyde bir amcaydı işte, anımsamadığım...

Nerede şimdi o eski günler değil mi? Sıkışmışlığımızı daha da sıkan İstanbul. Hiç de çekici değilsin!

Hiç yorum yok: